Biraz da Dünyada gezelim istedim bu hafta ve beni gördüğüm Avrupa şehirleri içinde derinden etkileyen kadim kent Brugges'i sizlere biraz anlatmak istedim. Belçika sınırları içindeki bu güzel şehirde aklımı ve gönlümü bırakarak geri döndüm.
Brugges için yazı yazmak hiç de kolay değil . Çünkü yazılacak hiçbir kelime, söylenecek hiçbir söz, o minik şehri gezerken kapıldığım hissi anlatmaya yetmeyecek .
O öyle bir his ki, belki de dünyanın başka hiçbir noktasında , bir daha o duygunun yaşanması mümkün olmayacak.
O kadar özel bir yer burası.. Unesco dünya mirası listesine alınması boşuna değil .
Brugges sanki derin dondurucuda yüzyıllarca beklemiş de şimdi çözülmeye bırakılmış gibi..
Zamanın durduğu, yer sanki, Tarihin kalın bir çerçeve içine alarak duvarında beklettiği ..
İnsanlar ve hayvanlar asırlar öncesinden kalma bir resim içinde serbestçe dolaşıyorlar..
özel olarak hazırlanmış, kurgulanmış, bir film seti sanki..
Sonradan öğrendim,gerçekten de 2009’ da Brugges and Brugges filminde doğal set olarak kullanılmış bu sevimli şehir..
Filmin son sahnesinde , yapımına 1250 yılında başlanmış Belfryl kulesinden kendini atarak intahar eden oyuncunun kan izlerini bulmayı umuyorsunuz Brugges meydanında dolaşırken..
Geniş meydanda gezerken karşımıza çıkan , ortaçağdan kalma elbiseleri ve siyah fötr şapkaları ile hayatlarının ritmine ayak uydurduğu şekilde ağır ağır ilerleyen fayton sürücülerinin ve dar sokaklardaki tekerleklerin arnavut kaldırımlarına bıraktığı sesler bizi çook uzaklara götürüyor.
Soluklanmak için Brugges futbol takımının kurulduğu o nehir kıyısındaki birahaneye oturduk.
Ben bir kahve söyledim, arkadaşımın işi daha zordu. Belçikada var olan 360 çeşit bira arasından seçim yapmak hiç de kolay değildi. Şişesini beğendiği bir tanesini alıp yanıma gelerek yüksek bar sandaliyesindeki yerini aldı.
Sessizce oturuyorduk, içinde bulunduğumuz bu büyülü ortamın tüm sihrini içimize çekmek, hücrelerimizde hissetmek istiyorduk
Salkım söğüdün gölgesinde otururken, rutubet kokulu nehirde tur yapan teknelerin içindeki turistlerin hayranlık dolu bakışlar ile 11. Ve 12. Yüzyıldan kalma gotik binaları seyretmeleri , keyfimizi daha da yerine getirdi.
Sıra onların arasına katılmaya gelmişti. Sıraya girerek ahşap iskelede tekne beklerken , bulunduğumuz yerdeki çiçek kokusu, rutubet kokan nehrin kokusunu kat kat bastırıyordu .
Nihayet gezi teknesindeki yerimizi aldığımızda, asırlarca olduğu gibi kalmış 17. yy ‘ daki din savaşlarında büyük ölçüde Flamanlar tarafından korunmuş, akıllı politikalar sayesinde
1. Ve 2. Dünya savaşlarını zarar görmeden atlatmış bu yaşlı , mağrur şehrin bağrına doğru yola çıkmaya hazırdık.
Yosun tutmuş rutubet kokan taş köprülerin altından, asırlık çınarların gölgesinden ,
Gotik tarzı evlerin neredeyse avlusundan geçerken, bembeyaz zarif kuğular da
şehrin ahengine uygun olarak usul usul bizi takip ediyorlar ve bu masalı unutulmazlar arasına sokmaya katkı sağlıyorlardı.
Beguinage manastırının olduğu bölgeye geldiğimizde rehberimiz bize manastırda halen 80 kadar rahibenin yaşadığını, yaptıkları el işlerini satarak geçimlerini sağladıklarını anlattı.
Avrupada ilk kadın dayanışması bu manastırda başlamış..
Tekneden indiğimizde bir rüya aleminden çıkmışçasına sersemlemiştik , ama bir o kadar da keyifliydik.. karşımızda bizi bekeyen Brugges sokaklarından herhangi birisine rastgele daldık.
Sokaktaki tüm dükkanlar, ilk hallerini korumuş, çoğu çikolata , bazısı da dantel objeler satan nostaljik dükkanlardı. Belçikanın simgesi işeyen çocuğun ve başka bin bir çeşit objeden yapılmış çikolatalar, vitrinleri cazibe merkezi haline getiriyor , değil yemeye bakmaya bile kıyamıyorduk.
Çikolata kokusu tüm sokakları sarmış, çikolata burda bir sanat haline gelmiş..
Takdir şayan bir işçilik var ürünlerde.
Yeri gelmişken şu ufaklıktan biraz bahsetmek istiyorum . Rivayete göre bu küçük afacan, savaş sırasında düşman cephaneliğinin üzerine işemiş ve kullanılamaz hale getirmiş. Cephanelikten yoksun kalan düşman da , hiçbir varlık gösterememiş , dolayısıyla bu arkadaş, halkının kurtuluşuna vesile olmuş . halk da onu kahrama ilan etmiş .
Şimdi gerek bir çiklata dükkanının vitrininde, bir magnette, bir kupada , kısaca heryerde onun heykelini görmek mümkün zira, Belçika’ nın simgesi haline gelmiş .
Avrupa’ nın her yerinde görmeye alışık olduğumuz heykel adamlar da tabii ki burda da uygun köşe başlarını kimselere bırakmamışlar. Yüzü, elleri dahil gerekli her yerlerini boya ile boyayarak bürünmek istediği kılığa giriyor ve turistlerle ufak tefek para karşılığı fotoğraf çektirerek herhalde geçimlerini sağlıyorlar . İlgi büyük.. Biz de kendileri ile fotoğraf çektirme şerefine eriştik..
Sokaklardaki ilerleyişimize devam ettikçe her köşe başından bizi mutlu edecek bir güzellik fışkırıyor adeta..
Dondurmacılar, waffel dükkanları , baloncular, sokak satıcıları, faytonları turistleri ile burası bambaşka bir dünya.. Zira , çikolata + wafel + dondurma = mutluluk üçgenine dalmaya çok az kaldı .
Ama acıkıyoruz ve etrafımıza aç gözlerle bakmaya başlıyoruz.. Spesial birşeyler yemek niyetindeyiz. Bir numaralı aday ise buharda haşlanmış midye ...
Damak tadımıza pek yakışmasa da , beyaz şarap ve çeşitli otlarla buharda ve illa ki
dökme sac tencerede pişen bu tarzını da denemeden edemiyoruz.Yanında mutlaka patate s kızartması ile servis ediliyor
Üzerine tatlı olarak, sokaklarda adım başı var olan waffel dükkanlarından birine girip
istediğimiz malzemeleri büyük bir iştahla seçerek kendimizi şımarıklığın tatlı kucağına bırakarak keyif le wafelımızı yemeye dalıyoruz..
Görsel hafızamızdan bir daha silinmeyecek bu küçücük şehirle tadı damağımızda kalan lezzetleri ile hem ruhumuz hem de karnımız bayram yapıyor sanki..
Brugges turumuzun sonunda, kısıtlı zamanda yapılabilecek herşeyi yapmaya çalışsak da , göremediğimiz yerler, yapamadığımız aktiviteler nedeni ile aklımızın bir yarısını burada bırakarak , Paris’ e doğru yola çıkıyoruz..