“Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz?”
….Demek ki eski yıllarda bu gönül hikayeleri, hoş tesadüfler sonucu gerçekleşir ve eğer birisi, diğerinin gözüne bakacak medeni cesareti gösterebilirse, karşı tarafın yanakları pembeleşerek bir utanma duygusu içinde başını öne eğme,gözgöze bile gelmekten çekinme duyguları vardı. Hatta o kadar ki, sevgiliye bir mektup, bir haber ulaştırmak için, günümüz gençliğinin asla anlayamayacağı yaratıcı fikirler üretiliyordu.
Çünkü bir saygı, bir asalet, nezaket vardı insanların kalbinde ve kırmaktan ve kaybetmekten korktuğu bir kalp duruyordu o cam fanusun içinde.
Her eserin bir hikâyesi vardır gerek müzik, gerek roman veya sinema yapıtlarına ilham olan. O yüzdendir ki biz, örneğin “selvi boylum Al yazmalım” filminde aşkı da gördük, vefayı da. Dikkat edin, eski eserler hep hüzün kokar. Nice şarkılara konu olmuştur, seven yüreklerdeki ulaşamama, kaybetme korkusu o hüznü yaratmıştır.
Bazı durumlarda gerçekten kaybetmenin acısı yine satırlara, notalara dökülmüştür. Çünkü insanın kalbi ağlar kalemin ucunda, içi kanar. Kalp ağlayınca, hayat ağlar, her gün birbirinden daha ağır ve zor geçer.
Bu uğurda heba olmuş nice kırık hayal, nice kaybolmuş yürek vardır. Doktorlar bile çare bulamaz, “Aman doktor, derdime bir çare” diyerek nice aşık, aşk acısına çare aramıştır. “El çek tabip benim yaramdan, çaresi Yar’dadır sende bulunmaz” diyerek artık aramaktan vazgeçenler de hiç az değildir.
Ama bazen yoktur işte. Tüm imkansızlıklar insanın önünde dağ gibi durur. Öyle aşık vardır ki, o dağı delerek sevdiceğine kavuşmak için ömür tüketmiştir.
Sevilen bazen” Huysuz, tatlı bir kadındır, bazen “bir özge candır, bazen de “Rabbin ona bahşettiği bir nimettir.
Bu eserlerin her biri, saydıklarım ve asla sayamayacak olduklarım, hep bir gönül yarasını, kanayan bir ruhun iniltilerini anlatır.
Bugünlerde neredeyse tüm iletişimin dijital olduğu, ilişkilerin online yaşandığı bir çağı yaşıyoruz. Gönül ilişkileri neredeyse günlük alışveriş seviyesine çekilmişken, artık karşı cinse güven, sahiplenilmek duygusu, hoşgörü, saygı gibi bir ilişkinin olmazsa olmaz kavramlarını yakalamak neredeyse imkansız hale gelmişken ve toplum bu kadar hızlı bir şekilde tüketim toplumu haline gelmişken, tüm bu değerleri nasıl toparlayacak, bir arada tutarak yaşamaya devam edeceğiz?
Bizi biz yapan tüm değerlerden hızla uzaklaşıyoruz. O yüzden eski bayramları, milli ve dini duyguları, eski aşkları özlemle yad ediyoruz. Hal böyleyken, bu topluma nasıl yeni bebekler kazandıracağız ve onlardan nasıl bireyler olmalarını bekleyeceğiz?
Bu kadar yozlaşma içinde, bu kadar hazırcılık ve her şeye emek vermeden sahip olma sevdası ,bilgisayarların başında geçirilen bir gençlik ile bu toplum nereye gidiyor? Ve şu an ana baba olan gençler, çocuklarına her şeyi altın tepsi içinde sunarak onlara iyilik mi ettiğini düşünüyor?
Genelleme yapmak elbette doğru olmaz ama
Bugünlerde sık sık tanıdığım ailelerin çocuklarından duyduğum ve ruhumun derinliklerinde beni çok sarsan bir bir söz var .”Doğmayı ben istemedim, madem doğurdunuz, bana bakacaksınız.”
Anne ve babaları ömür boyu köle haline getiren ve maalesef ne yaparsa yapsın bu hazıra alışmış, hiçbir çaba sarf etmeden hayatının sorumluluğunu ana-babasına yüklemiş olan bu gençler, bir anda ebeveynlerini kaybettiklerinde, hayatın karşısında nasıl da çırılçıplak kalacak, hayatın dişli çarkları arasında nasıl bir çaresizlikle baş başa kalacaklardır?
Her bireyin belli bir yaşa geldiğinde, kendi sorumluluğunu taşıyabilmesi, yaşamak için, ekonomik güce sahip olmak için, hayatını kurabilmesi için birtakım sorumlulukları vardır, çünkü kimsenin anne-babası ölümsüz değildir.
O yüzden erken yaşlarda, sosyal ortam içinde yetişirken, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi duyan, kadına değer veren, vicdan ve sorumluluk sahibi, aşkı da ölümü de saygı ile taşıyabilen, kültüre, bilime, sanata önem veren bireyler yetiştirmek, toplum olarak ilk amacımız olmalıdır.