SANCI
“Bütün karanlıklar aydınlığa çıkar,” dediler, ama bunun ne boyutta bir sancılı süreci
gerektirdiğinden bahsetmediler. Bir doğum sancısı adeta. Herhalde her kadının doğum tecrübesi farklı olduğundan, karanlıktan aydınlığa kavuşmak da kimine göre kolay, kimine göre zor bir süreç. Ergenlik dönemi de öyle değil mi zaten? Kolay mı çocukluktan adamlığa veya kadınlığa geçiş? İnsan ne içindeki çocuğu terk etmek ister ne de sorumluluk almaya zannettiği kadar hazırdır aslında. Birdenbire irileşen bir yetişkin vücuduna uyum sağlamaya çalışan bir çocuktur hâlâ. Hem büyüdüğü iddiasındadır, hem de çocukluk alışkanlıklarını terk etmeme inadında.
Ama doğum sancısı öyle mi ya. Bebek için karanlıktan aydınlığa geçiştir doğum. Dünyasını
büyütmektir doğum. İçinde yaşadığı o daracık, karanlık hücreyi terk edip yepyeni, koskoca,
bilinmezliğin korkusunu aldığı ilk nefesle hissetmeye başladığı bir âleme taşınmaktır doğum. Anne için de durum çok farklı değildir zaten. Güzel olan her şeye kavuşmanın mutlaka bir bedeli var, ödemeden sahip olamaz insan. O kadar kolay mı bu iş; illâ olacak bir sancısı, illâ olacak bir zahmeti.
Meğer karanlıktan aydınlığa çıkmak da böyle bir süreçmiş; zor, sancılı ve zahmetli.
“Bir gün her şey düzelecek,” diyorlar da bunun ne kadar meşakkatli olacağını söylemiyorlar.
Düpedüz karın ağrısı bu işte. Bildiğin, doğum sancısı. Dünyanın düzeni bu. Böyle geldi, böyle gidecek. Geceler bir anda kavuşuyor mu ki sabahlara? Ya sabahlar... Birdenbire dönüyor mu karanlıklara? Hepsi bir süreç meselesi değil mi bu hayatta?
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanan tabiat önce bir titreyecek şafak serinliğinde. Kuşlar rızkını ararken, çınlayacak sesleri kuşluk vaktinde. Güneş yükselecek de yükselecek, yakacak bunalan enseleri. Tam dayanılmaz olduğu anda çıkacak bir akşam serinliği. Gün batımının ihtişamlı kızıllığı vururken bulutlara, hayran bırakacak kendine yeryüzüne vuran ışık huzmeleri. O tatlı serinlik yerini ürperten bir soğuğa bıraktığında, tüm tabiat sabırsızlıkla bekleyecek sabahın ilk saatlerini. İliklerinin, kemiklerinin ısınacağı umuduyla katlanacaklar içlerine işleyen soğuğa.
Gecenin donduruculuğuna öğle sıcaklığını hayal ederek katlanmak mı zor, öğle güneşinin
yakıcılığına gecenin serinliğinin merhem olacağını umarak katlanmak mı zor? Sanırım bunun bir cevabı yok. Bir döngünün girdabına kapılmışız, tıpkı tekerleğinin içinde hiçbir yere gidemediği halde durmaksızın koşan bir hamster gibiyiz.
Bütün karanlıklar aydınlığa çıkıyorsa, o halde bütün aydınlıkların da karanlığa gömülmesi an meselesi değil mi?
Hayatta değişmeyen tek şey değişimse; herhangi bir şeyin garantisi olabilir mi?
Her karanlığın içinde küçücük de olsa bir aydınlık olmasaydı, çekilebilir miydi dert dediğin? O halde; bir düşündüğümüzde, her aydınlığın içinde de karanlık bir yan yok mudur yani?
Kusursuz olmayan bir dünyadan kusursuzluk beklemek boşa kürek çekmek değil de nedir?
O zaman ne aydınlığa kavuşacağıma sevinirim ne de karanlığa gömüleceğime üzülürüm ben. Ama o sancılar yok mu, o sancılar...