Kapılar… Sıra sıra dizilmiş kapılar var. Her biri birbirinden heybetli. Loş ışıkta hayal meyal seçebiliyorsam da artlarında sakladıkları kudreti iliklerimde hissediyorum. Uçsuz bucaksız bir geçitte ne yapacağımı bilemeden bir ileri bir geri koşup durmaktan yoruldum. Böyle olmayacak, bir çıkış yolu bulmalıyım.
Bana en yakın kapının önünde duruyorum. Bu kocaman, ağır, eski ve aşınmış bir ahşap çift kapı. Buna rağmen üzerindeki kabartmalar öyle güzel ki hayranlıkla seyre dalıyorum. Kapının sağında ve solunda dans eden, neşeyle sohbet eden, zenginliklerinin büyüklüğü üzerlerindeki kıyafetlerden anlaşılan şık hanımlar ve beyler var. Tam ortada ise üzerine yeryüzünde bulunan tüm yiyecek ve içeceklerin konulduğu izlenimi uyandıran upuzun bir Halil İbrahim sofrası bulunuyor. Belli ki yolu yoksulluktan geçenlerin çalabileceği bir kapı bu. Umut doluyor içime. Figürler, o kapının ardında beni bekleyen hayatın bir tasviri adeta. İçimde heyecan kıpırtılarıyla kapının tokmağını vuruyorum. Açılmıyor. Tokmağı bir kez daha vuruyorum, ama bu defa kapı üzerime kilitleniyor. Açmayacaklar… Anlıyorum. Yüreğim sıkışıyor. Boğulacağımı hissediyorum. İçinde bulunduğum çaresizlik her geçen dakika beni daha çok çekiyor girdabına.
Etrafıma bakınıyorum. Acaba bir sonraki kapıyı çalsam mı? Ya onu da açmazlarsa ne yaparım? “Güçlü ol,” diyorum kendime. “Güçlü ol ve denemeye devam et.” Cesaretimi toplayıp bir sonraki kapıya koşuyorum. İçine hapsolduğum loş geçidin küf kokulu soğuk havasını ciğerlerime çekerken sanki ağzımdaymış gibi atan kalbime umut dolu telkinlerde bulunmaya çalışıyorum. “Bu sefer olacak,” diyorum ona, “bak, göreceksin.”
İkinci kapının önünde duruyorum. Bu da önceki gibi koskocaman, ağır ve ahşap bir kapı. Rengi kara. Üzerine boyayla yemyeşil ağaçlar ve kır çiçekleriyle dolu çimenler, masmavi bir gökyüzü; etrafı sazlıklarla çevrili yeşile çalan durgun bir göl; en arkada zirveleri karlarla, etekleri çam ormanlarıyla kaplı heybetli dağlar ve en önde de daldan dala atlayıp cıvıldayan rengârenk on iki kuş tasviri yapılmış. Cennet kuşlarını andıran bu varlıklar sanki bana neşeye, sevince, mutluluğa kavuşmak için o kapıyı çalmam gerektiğini söyler gibi. Kapının renginin karalığı bende oraya cefa çekmeyenlerin kabul edilmeyeceği duygusunu uyandırıyor. Tamam, diyorum, bu sefer oldu galiba. Çok cefa çektim bu hayatta. Talebim kabul görecektir mutlaka. Kalbimde az da olsa bir kuşkuyla, kapıyı çalmaya yelteniyorum sonunda. Koca halkayı kapıya bir kez vuruyorum. Ses seda yok… Halkayı bir kez daha vuruyorum. Kapı önce açılacakmış gibi oluyor, o heyecan ve cesaretle halkayı bir daha vuruyorum, ama kapı tam üç kere kilitleniyor üzerime…
Hayır, ağlamayacağım. Kaybetmeyeceğim inancımı. Bana açılacak bir kapı mutlaka olmalı. İçinde kaybolduğum labirentvari geçidin görüntüsünü yansıtan ve beni kamufle eden gri kaşe paltoma sıkıca sarınıyorum. Çıkmalıyım bu boğazımı yakarcasına çürümüş bitki ve ceset kokan soğuk havadan. Kurtulmalıyım her kapı çalışımla biraz daha daralan, biraz daha loşlaşan bu geçitten. Gözlerim kapıları zor seçer oldu. Geçit de, taş duvarlarındaki kapılar da sonsuzluğa uzanıyor sanki. Acaba takatim kalacak mı beni kabul edecek kapıyı bulmaya? Endişeleniyorum. Korkuyorum. Titriyorum… Fakat ne olursa olsun yoluma devam etmem gerektiğini biliyorum. Koşamıyorum artık, hevesim kırıldı bir kere.
Üçüncü kapıya doğru ağır adımlarla yürüyorum. Bu sefer boyaları yer yer dökülmüş, yeşil renkte paslı bir demir kapı karşılıyor beni. Üzerindeki kabartmaları görmeye çalışıyorum ama ışık o kadar az ki. Sanki bir kupa var şurada, diğer tarafta da madalyaya benzeyen bir şey. Elimle yokluyorum. Bir adam duruyor tam ortada, elinde vermeye hazır olduğu ya da belki kısa süre önce layık görüldüğü plaketle gülümseyerek poz vermiş. Demek başarı kapısı bu, ama neden öyle paslı ve boyaları dökülmüş? Belki de bu, başarısız yollardan geçenlerin çalabileceği bir kapıdır, diye düşünüyorum. Başarısızlıklarım da var benim, başarılarım da. O halde daha başarılı olmak için tam yerine geldim. Özgüvenimi toplayıp başımı yukarı dikiyor ve bu sefer kabul edileceğimden emin bir tavırla demir kapıya vuruyorum. Yukarıdan bir gözetleme penceresi açılıyor ve bir çift parlak göz bana bakıyor. Ardından pencere kapatılıyor. Sabırsızlıkla bekliyorum, ama kapı açılmıyor. Tekrar tekrar çalıyorum kapıyı, her defasında üzerime daha çok gelen taş duvarlara aldırmadan. Açılmıyor. Yumrukluyorum, yumrukluyorum, ta ki kapının üç kez kilitlendiğini duyuncaya dek…
Olduğum yere çöküyor, zeminin soğukluğunu sol yanağımda hissediyorum. Kirlenmesine aldırmadığım uzun siyah saçlarım toprak zemine yayılıyor. Geçidin duvarları o kadar daraldı ki birine sırtımı dayadığımda elimi uzatıp parmak ucumla diğerine dokunabiliyorum. Yüreğimdeki acıyı bastırmaya çalışsam da ruhumda meydana getirdiği fırtınanın şiddetiyle sarsıldığımı hissediyorum. Dokunsalar ağlayacağım, ama gururum engel oluyor akmak için ısrar eden gözyaşlarıma. Ben nereye aidim, diye soruyorum kendime. Neden tüm kapılar üzerime kilitleniyor? Nasıl kaçıp kurtulacağım bu kâbustan? Yok mu bana bir el uzatan?
“Yok,” diyor içimden bir ses bana. “Ayağa kalkmak için başkasına ihtiyaç duyuyorsan, yenilgiyi çoktan kabul etmişsin demektir. Aklına ve kalbine gereğince başvurmuyorsan, içinde bulunduğun hâl ve vaziyeti hak etmişsin demektir. Memnun değilsen hâlinden, ayağa kalkma gücünü kendi içinde arayıp bulacaksın. Tek kılavuzun inancındır. Önce ona sıkıca sarılacak ve her şeyin bir sebebinin olduğunu kabul edeceksin, sonra talep edilen gereklilikler sende var mı, ona bakacaksın. O kapıların seni reddettikleri için değil, hayat yolunda henüz senden beklenen mertebeye ulaşmadığın için açılmadıklarının bilincine varacaksın. Kaderinin bu aşamasında geçmen gereken kapı belli. Sana düşen, onu bulmak. Bulmak ve o kapıdan geçmek.”
Fakat yüzlercesinin arasından o kapının hangisi olduğunu nereden bileceğim? Ya ben bulamadan duvarların arasında sıkışıp kalır ve helâk olup gidersem? Giderek zifiri karanlığa bürünen bu geçit benim mezarım olursa? Aklımı kaybetmek üzereyim. Kaygıların birinden diğerine esir düşüyor, umudumu yitiriyorum. Ayağa kalkmaya gücüm yok, en iyisi şuracıkta uzanmaya devam edip akıbetimi beklemek… Nasıl olsa tek gerçek ölümdür bu hayatta; öyle de gelecek başıma, böyle de. Pes ediyorum. Mutlak sondan başka bir şey umurumda değil artık. Çabalamaktan vazgeçiyorum. Gözyaşlarım bile akmayı reddediyor. Hayal kırıklığına uğradığında ya da kaybettiğinde ağlar insan; vazgeçtiğinde değil. Her şey bitti. Hayatım bir film şeridi gibi bile geçmiyor gözlerimin önünden. Kaderim ise umurumda bile değil. Olacak her şeyi memnuniyetle kucaklamaya hazırım…
Birdenbire içim rahatlıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Beklentilerden vazgeçmenin tarifsiz hafifliği mi bu, yoksa kabullenişin verdiği huzur mu, bilemiyorum. Teslim ediyorum kendimi Yaradan’ıma. “Sen en doğruyu, en güzeli, en hayırlı olanı bilensin, şüphesiz ki bu aciz kulun Sen’den iyisini asla bilemez,” diye fısıldıyorum. “Allah’ım, Sen’den gelecek her şey kabulümdür, sana teslimim.” Gönlüme bir huzur doluyor. Tarifi mümkün olmayan, kusursuz temizlikte bir dinginlik. Bembeyaz bir sükûnet… Bu sefer, sonsuz kusursuzluğa açılmış yüreğimden gelen bir sesle, “Benim için en hayırlı kapı hangisiyse, Sen onu aç bana, Sana sığınırım Rab’bim,” diye fısıldıyorum.
O da ne? Gözyaşlarım mı boşalıyor yoksa? Tutamıyorum, göz kenarlarımdan sicim gibi akıp zemine düşüyor. Altımdaki soğuk toprak içtiği her damlayla sanki uyanıyor, yeniden can buluyor. Kapalı göz kapaklarımın ardından bir aydınlık sezinliyorum. Yoksa bir ışık mı yanıyor? Gözlerimi heyecanla açıp doğruluyorum. İleride, çok ileride bir kapının aralandığını fark ettiğim an kalbim göğsümü delip geçecek, benden önce o kapıdan içeri hızla girecek gibi geliyor. Al al oluyor yanaklarım. Kanım damarlarımda hızla akmaya, beni tepeden tırnağa ısıtmaya başlıyor. En nihayet bana gereken gücü içimde buluyorum. Rab’bimin lütfuyla ayağa kalkarken görevimin bilincine varıyorum. İlerideki kapı aralığından yayılan o görülmemiş parlaklıktaki renksiz ışık Allah’ın nuru değildir de nedir? İçime dolan enerjiyle yenilmez bir kahraman gibi hissederek aralık kapıya doğru hızla koşuyorum. Tam önüne geldiğimde duraksıyorum. İncilerle bezeli mercan bir kapı bu. Dev gibi bir kapı… Heybeti hem korkutucu hem de güven verici. Üstlenmeye hazır olduğum sorumluluğun ağırlığını daha şimdiden omuzlarımda hissediyorum. Ama ne ağırlık… Yine de kaldırabileceğime olan inancım tam. Kapının üzerindeki kabartmalara ilişiyor gözüm. On yedi ciltli kitap ve bir de semazen figürü var. Tam ortada duran ciltli kitap en büyükleri ve açık duruyor. Sayfa kenarları kusursuz bir işçilikle altın sim ve güzel motiflerle süslenmiş. Bunun Allah’ın kelâmının yazılı olduğu kitap olduğunu hemen anlıyorum. Diğer ciltli kitaplar ortadaki büyük kitaba bağlı ve keşfedilmeyi, yürüyeceğim yolda bana kılavuzluk etmeyi adeta sabırsızlıkla bekliyorlar.
Sağ elimi ortadaki kitabın üzerine bağlılık yemini eder gibi koyarak kapıyı nazikçe iterken Yaradan’ıma bana İlim Kapısını açtığı için şükrediyorum. Zavallı fani gözlerim bu parlaklığa dayanamayıp kör olsa ne çıkar, artık kalp gözümle görmeye hazırım ben… AŞK’ın ateşiyle yoğrulmaya, pişmeye ve yanmaya hazırım ben...