Çevre sorunlarındaki artış, çevre ile ilgili önlemler alınması gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Çevresel değerlerin hukuki güvence altına alınması amacıyla çevreye ilişkin hükümler anayasa, kanun ve yönetmelikler yer almaya başlamıştır. Çevre hukuku, çevrenin korunması amacını taşıyan tüm hukuk normlarını kapsayan bir hukuk alanıdır. Çevre hukukunun amacı ise çevrenin korunmasıdır. Çevre sözcüğü, literatürdeki ve hukuki düzenlemelerdeki ele alınışına göre geniş bir anlamdadır. Ayrıca geleneksel unsurların yanı sıra yepyeni ögeleri de içermektedir. Geleneksel unsurlar; hava, su, toprak, flora (bitkiler) , fauna (hayvanlar) ve kültürel varlıklardır. Yeni öğeler ise çevrenin canlı varlıklarının gerek kendi aralarında gerek cansız varlıklarla girdikleri karşılıklı ilişkiler bağlamında ortaya çıkan ekosistemler ve ekolojik süreçler, peyzaj ile genetik yapısı değiştirilmiş organizmalardır.
Küresel bir boyut kazanan çevre kirliliğinin önlenmesi, çevrenin korunması, iyileştirilmesi, doğal kaynaklarla ilgili koruma ve kullanım esaslarının belirlenmesine yönelik uluslararası antlaşmalar, çevre ile ilgili yargı kararları ve bu yargı kararları sonucu ortaya çıkan içtihatlar çevre hukuku ile ilgili gelişmelerdir. Her ne kadar çevrenin korunmasına ilişkin düzenlemelere eski hukuk sistemlerinde de (Roma Hukuku, İslam Hukuku vb.) rastlanılsa da, gerçek anlamda bir hukuk disiplini olarak çevre hukukunun doğuşu 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 20. yüzyılda yaşanan teknoloji gelişmeler ve bu gelişmelere bağlı olarak yaşanan hızlı sanayileşme, sanayi atıklarının çevre üzerindeki olumsuz etkileri, insan ve çevre sağlığını tehdit edici boyutlara ulaşmıştır. Bu tehlike küresel ısınma, kuraklık, iklim değişikliği, içme suyu kaynaklarının azalması şeklinde göz ardı edilemeyecek seviyededir.
Çevrenin korunması ve çevre kirliliği problemi, kirliliğin kaynağı olan ülke ile sınırlı değildir. Dünya üzerinde var olan diğer devletleri ve insanları da etkilemekte ve ilgilendirmektedir. Bunun sonucu olarak, çevre ile ilgili birtakım devletlerarası düzenlemelerin yapılması da zorunluluktur. Bundan dolayı, çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi için birtakım devletlerarası çalışmalar yapılmış ve toplantılar düzenlenmiştir. Bu çalışmaların ilki 1913 yılında yapılan Bern Konferansı’dır. Bu konferansı 1923 yılında Paris ve Londra’da yapılan konferanslar izlemiştir. Bundan sonra da birçok devletlerarası toplantılar yapılmıştır. Bu toplantıların ana konusunu daha çok tabiatın ve kültür 14 varlıklarının korunması oluşturmuştur. 1965 yılında Birleşmiş Milletlerin ihtisas kuruluşlarıyla bağlantılı danışma kurulları kurulmuştur. 1970 yılında Tabiatın Korunması Hakkında Avrupa Konferans tertip edilmiştir. Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği ilk toplantı Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı’dır (Stockholm 1972) . Stockholm Konferansı, çevre sorunlarına yönelik politika arayışlarında bir milattır. Çevre hakkı açısından “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.” (m.1) ilkesinin yer aldığı bildirinin kabul edilmesi nedeni ile ayrı bir öneme sahiptir. Bu konferansın sonrasında, uluslararası platformlarda (Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi) çevre hakkı kavramının yeniden tanımlandığı gelişmeler yaşanmıştır.
Çevre hakkı ile ilgili gelişmeler 1982 Anayasamızda da yer bulmuştur. Anayasa md. 56’da;“ Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevrenin kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşın ödevidir.” hükmü yer almıştır. 09.08.1983 tarihinde 2872 sayılı Çevre Kanunu yayımlanmıştır. Bu kanununa istinaden birçok yönetmelik, genelge ve tebliğ yayınlanmaya devam etmektedir. Anayasa ve kanunla hukuki güvence altına alınan, yönetmeliklerle açıklanan çevre hakkı ve çevre ile ilgili uyulması gereken usul ve esasların denetimi, Çevre Bakanlığı’nın 2001 yılında tamamlanan taşra teşkilatlanması ile daha da işlerlik kazanmıştır. 2872 sayılı Kanun, 26.04.2006 tarih ve 5491 sayılı Kanun ile revize edilmiş ve çevre kirliliğine neden olduğu tespit edilen kurum, kuruluş ve işletmelere ağır yaptırımlar getirmiştir.
2872 sayılı Çevre Kanunu’nda (5491 ile değişik) idari yaptırım ön görülen çevre suçları 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe girmesi ile ayrı bir boyut kazanmıştır. Dünya üzerinde ilk kez Türkiye’de kabul edilen bir Ceza Kanunu’nda yasanın amaçlarından birinin çevreyi korumak olduğu belirtilmektedir. 5237 sayılı Kanunun 181. maddesinde “Çevrenin Kasten Kirletilmesi” suçu düzenlenmiş ve bu suç için hapis cezası, 182. maddesinde “Çevrenin Taksirle Kirletilmesi” suçu düzenlenerek karşılığında adli para cezası öngörülmüştür. Ayrıca Türk Ceza Kanunu “Bu kanun kapsamında kovuşturma ve soruşturma gereken bir fiilin ilgili makamlara bildirilmemesi, hatta bu hususta gecikme gösterilmesi halinde ilgili kamu personeli hakkında da işlem yapılacağını” hüküm altına almıştır. Bunun anlamı çevre kirliliği ile ilgili her tespitte konunun Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri kapsamında değerlendirilmek üzere Cumhuriyet Savcılıklarına bildirileceği, Savcılıkların talebine istinaden Sulh Ceza Mahkemeleri nezdinde kamu davası açılabileceğidir.
Çevre kirliliği ile ilgili olarak herkesin yürütme organlarına müracaat hakkı vardır. Bu hak 2872 sayılı Çevre Kanununun 30. Maddesinde yer alan “Çevreyi kirleten veya bozan bir 15 faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.” Şeklinde düzenlenmiştir. Daha sağlıklı ve yaşanabilir bir çevre, ancak bu konuda toplumsal bilincin artması ve herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip çıkması ile mümkün olabilecektir.
‘’Ormansız ve ağaçsız toprak vatan değildir. Eğer vatan denilen şey kupkuru dallardan, taşlardan, ekilmemiş alanlardan, çıplak ovalardan, kentlerden, köylerden olmuş olsaydı, onun zindandan hiçbir farkı olmazdı.’’
Mustafa Kemal Atatürk